21 Aralık 2011 Çarşamba

Bogdan



Balkan ülkelerinde özellikle de Romanya'da sıkça kullanılan erkek isimlerinden biridir Bogdan. Ülkemizden yolu geçmiş Rumen sporculardan da ismi Bogdan olanlar var elbet Stelea olsun Stancu olsun... Yalnız bu ismin Türk milletine hitap eden en önemli özelliği, bu kişilerin kötü performans sergiledikleri anda kahve muhabbeti esnasında Boktan'a çevriliveriyor olmasıdır.

Oysa anlamı çok farklıdır bu kelimenin. Bog, çeşitli Slav dillerinde Tanrı anlamına gelen bir sözcüktür. -dan ise vermek'ten gelir yani tam olarak bizdeki Tanrıverdi'nin karşılığıdır. Nasıl ki, Allahverdi ismi Orta Asya'daki Türki devletlerde yaygın kullanılan bir isimse Bogdan da Rumenler için böyledir.

Bogdan'ın bir özelliği daha var ki, o da bizim Eflak'ın kankası olmasıdır, yani bizim yıllarca booodan diye okuduğumuz bölgenin adıdır aslında. Nasıl ki rakı yanında meze olmadan biraz eksik kalır, Bogdan'ı da Eflak ile beraber anmadığımız anda burukluk oluyor insanın içinde, biraz öksüz kalıyor sanki. Yine tarih kitaplarında sıkça karşımıza çıkan Erdel de esasında hepimizin bildiği Transylvania'dır...

15 Aralık 2011 Perşembe

Cirmin kadar yer yakmak



Bir atasözü vardır ya hani, "ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın diye"... Öyle mi acaba? Ona takıldı kafalar. Malum, cürüm hukukta ağır suç anlamına gelmektedir, masumiyet hiyerarşisi piramidinde kabahatin üstünde yer alır yani. Cereme olsun, mücrim olsun bundan türemiştir. Mücrim demişken buraya bir parantez açıyorum. Kemani Serkis Efendi'yi de anıyor ve istikbalime baktıkça tıpkı onun dediği gibi titriyor olduğumu araya sıkıştırıyorum.

Kaldığımız yerden devam edelim. Cürümün yerine suçu koyduğumuz zaman ne oldu atasözü: Ateş olsan suçun kadar yer yakarsın. Olmadı sanki. Evet ben de biliyorum atasözlerinin mecaza girdiğini ve içinden bir kelimeyi çekip çıkarıp yerine yenisini yazdığın takdirde anlatım bozukluğuna yol açılmış olacağını. Burada sözünü ettiğim o değil, cürüm sözcüğünün yanlış kullanılıyor oluşu.

Evet ben de dahil pek çoğumuzun yanlış kullandığı o sözün doğrusu "ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın" olacakmış. Cirm ise "hacim" demek. Şimdi oldu sanki, taşlar yerine oturdu...

Kanalizyon


Bir ASKİ takıntısına saplandım (veya saplantısına takıldım) sanırım iyice ama buna da takılınmayacak gibi değil ki... Bir kişi de şunu görüp dememiş midir ki aga kanalizyon nedir, daha çalışmasını yaptığımız şeyin adını bile yazmayı becerememişiz diye...

16 Kasım 2011 Çarşamba

Panik



Pan, Romalılar’ın deyimiyle Faunus, Yunan doğa ve evren tanrısı. Yarı keçi yarı insan görünümünde olan bu tanrı genellikle kırlarda dolaşıp kaval çalarken temsil edilir. Pan ormanlarda, mağaralarda yaşar. Gece ormana giden insanlar diğer bütün tanrılardan olduğu gibi Pan’dan da korkarlar. Buna gece boyunca ormanda hüküm süren kasvet ve ıssızlık da eklenir. İşte bu sebeple nedeni olmayan korkulara Pan’ın sebep olduğuna inanılır. “Panik” kelimesinin kökeni de buna dayanır.
Bulfinch Mitolojisi'nden...

12 Kasım 2011 Cumartesi

İkaz Küreleri



Hiç dikkatinizi çekti mi bilmem: Özellikle şehirler arası yolların etraflarındaki yüksek gerilim hatlarında böyle kırmızı-beyaz yuvarlak topa benzeyen bir malzeme oluyor. Onlara ikaz küreleri deniyor. Alüminyumdan imal edilen 150 metre aralıklarla monte edilen ve 4 kg ağırlığındaki bu küreler uçak, helikopter gibi hava taşıtlarının yüksek gerilim hatlarından imtina etmesi için kullanılıyor.

Üstelik bu kürelerin içerisinde birikebilecek suyun tahliyesi için alt taraflarında tahliye imkanı veren delikler de bulunmakta imiş.

Özellikle bu yıl pek çok yerde rastladığım bu küreleri ülkemiz için şaşırtıcı bir güvenlik tedbiri olarak düşünmekteydim. Ta ki 2009 yılına ait şöyle bir habere rastlayana dek: "Erzincan'da 5 askerin şehit olduğu helikopter kazasının ardından, 2 yılda 35 bin elektrik hattına ikaz küreleri takıldı." Eh.....

Elektürünk



Bundan birkaç ay önce Mayıs-Haziran gibi, elektrik faturasını yatırmak için cebelleşmiştim. Öyle ki birtakım mecralarda Başkent Elektrik'in altyapısını ve abone numaralarını komple değiştirdiğinden ve bi ay boyunca sistemini oturtamadığından falan dem vurmuştum. İnternette de ufak bir arama yapıldığında aynı dönemde abonelerin pek çoğunun fatura ödeme işlemini gerçekleştirirken sorun yaşadığını falan görebilirsiniz.

O dönemde şöyle de bir soru yöneltmiştim:
"22 yıldır kullanmakta olduğumuz abone no.su neden değiştirilir ki?"

O zamandan bu yana 5 ay geçmiş ve faturaya bakıyoruz ki Başkent Elektrik gitmiş EnerjiSA gelmiş, ne iş? Hani daha iyi hizmet için altyapı iyileştirilmesi, otomasyon sistemlerinin değiştirilmesi falan deniyordu. Ne oldu şimdi, TEDAŞ bütün o altyapıyı Sabancı için mi kurmuş oldu yani?

10 Kasım 2011 Perşembe

Tezgah



Emniyet'ten çok basit bir yazıyı alabilmek için, görevli memur nüfus cüzdanımı istediğinde kaydımı alacağını sanarak uzatmıştım. Ne olduysa nüfus cüzdanımı ele geçirdikten sonra oldu her şey. Almak için başvurduğum yazının fotokopisini çektirip getirmem gerektiği söylenerek 50 metre ilerideki fotokopiciye gönderilmem ve bir sayfa için 50 kuruş fotokopi ücreti ödemem de 5 dakika içinde oldu bitti. Şurada "hesaplayan adam" tribine girmek istemiyorum gerçekten ama günde 100 kişi başvursa, öeee ayda şu kadar eder edebiyatı yapmadan da geçemiyorum. Tezgah güzel vallahi, tıkır tıkır işliyor.

1985 yapımı Namuslu'da Şener Şen'in kendini kaybederek "namussuz" olmaya karar verdiği kısımdaki o enfes replik hemen geliyor insanın aklına: "Vatandaşı soyun soyabildiğiniz kadar!"

27 Ekim 2011 Perşembe

Merhaba


Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban adlı romanında şeyhin karşısına çıkan Ahmet Celal, ona "merhaba" diye seslenince şuna benzer bir tepkiyle karşılaşır:
- "Merhaba merhametten gelir, sen kim oluyorsun ki bana merhamet edeceksin?"

Buna karşılık Ahmet Celal'in cevabı ise şöyle olur:
- "Sen yalnız merhamete değil, terbiyeye de muhtaçsın..."

Merhamet sözcüğü, "reheme" kökünden gelmekte ve acımak, esirgemek, şefkat göstermek anlamlarında kullanılmaktadır. Örneğin; "rahman" ve "rahim" sözcükleri bu kökten türetilmiştir.

Merhaba ise merhametten değil, "rehebe" kökünden gelir ve esas itibariyle ortama yeni gelen birisini ağırlamak, rahat ettirmek anlamını içermektedir.

Dolayısıyla birisiyle sokakta karşılaşıldığında merhaba demek, sözcüğün anlamına ters düşmektedir. Bu yüzden de günlük hayatta belki de en sık yanlış kullanılan sözcüklerden birisidir merhaba...

24 Ekim 2011 Pazartesi

Naughty Nellie


Yukarıdaki küçük kadın figürünün ne tür bir işlevi olduğunu tahmin edebilir misiniz? ABD'de özellikle çiftliklerde çok kullanıldığını söylesem...

Neyse... Bu aparat ayağınızdaki çizmeyi kolayca çıkartmak için icat edilmiş. Ne alaka değil mi?

Olay şu. Bir ayağınızla figürün kafasına bastırırken, diğer ayağınızdaki çizmenin topuğunu kadının tam bacaklarının arasına sıkıştırıp ayağınızı basitçe geriye doğru çekiyorsunuz veeee... Voila!

Yine de bir anlam ifade etmedi değil mi? O halde sizi şöyle aşağıdaki videoya alalım:

3 Ekim 2011 Pazartesi

4540



Merkez; Kırk beş kırk.... Kırk beş kırk dinlemede....

Behzat Ç.'deki Selim ile Arka Sokaklar'daki Ali'nin telsiz kodu aynı: 4540...

Kodları gerçek hayattan alınmış olamaz herhalde zira biri Cinayet Şube diğeri ise Asayiş Şube...

10.000 rakam içerisinde bu bir tesadüf mü yani?

14 Eylül 2011 Çarşamba

Ordular, İlk Hedefiniz....


Anıtkabir'in hemen önünden geçen caddenin, Akdeniz Caddesi'nin ilginç bir özelliği vardır. Kendisini kesen veya ona paralel uzanan sokakların isimleri Atatürk'ün o meşhur "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz, ileri!" deyişine ithafen verilmiştir. Oysa şimdi görüyoruz ki, Akdeniz Caddesi'nin ismi "Abdullah Gabdulla Tukay Caddesi" olarak değiştirilmiş. Kendisi Tatar bir halk ozanı ve ismi Ankara'nın dışında bir de kendi memleketi olan Kazan'da ölümsüzleştirilmiş. O halde ordular, ilk hedefiniz Abdullah Tukay!

21 Temmuz 2011 Perşembe

Çiftlik Sütü



Bunu bana yapmayacaktın "Çiftlik Sütü"! Seni buzdolabında bu şekilde göreceğime, evimize hiç girmemiş olsaydın keşke... Ne farkın kaldı ki şimdi diğerlerinden? Doğru bildin! Anlamsızca yalan edilmiş cam şişenden, değişen tadından, baş parmağın içiyle bastırmak suretiyle pffsst sesi eşliğinde açılan kapağından eser kalmamasından, üzerindeki "Depositosuzdur" yazısından bahsediyorum.

İlkokuldayken her sabah saat tam 10'u vurduğunda kapı açılırdı. İçeriye elinde kırmızı renkli bir kasa dolusu 200 ml'lik AOÇ sütleri olan bir görevli girerdi. O an anlardık ki teneffüs zamanı gelip çatmış. Öğretmen istese de istemese de dersi kesmek zorunda kalırdı. Eh, o gelen sütlere doğru bir sürü velet "bananeyaaaöncebenalcam" nidalarıyla koşturuyor olurdu çünkü. Daha sonra yemekten usandığımı deklare edeceğim ve karamelli'sine terfi edeceğim "Meyveli Topkek" ile birlikte de o yıllarda çok iyi bir ikili oluştururlardı hani.

Tatil günlerinde ise tükenme riskine karşılık sabah erkenden bakkala koşulur, evden hali hazırda anne tarafından yıkanmış olan boş şişe kapılır ve kırmızı yazılı o süte sahip olunurdu. Boş şişeyi unutup yarı yoldan eve döndüğüm de çok oldu zira o boş şişeyi götürmediğim takdirde az bir fark ödemek suretiyle yine satın alabileceğimi çok sonraları öğrenmiştim. Bir de çoğu zaman bitişiğindeki kasada SEK marka süt şişesi de olurdu. Maviydi onun yazısı da ama fazla itibar edilmezdi ona. Tabii sonradan o da yitip gitti, belki de özelleştirme furyasından en önce nasibini alanlardan biriydi Süt Endüstrisi Kurumu.

Şimdi elimizde ne var? Plastik-mika karışımı geri dönüşü olmayan bir şişe, ayran kapağından bozma bir kapak, değişen bir tat. Kapağı iyi düşünmüş olabilirsiniz, böylelikle bir kere açıldığında hemen bitirmek zorunda kalmamış oluruz. Lezzetine gelince de işte yine cam ve plastik şişe farkından olduğu açık, böyle idare etmeliyiz belki de. Depozito konusu ise zaten kimsenin umurunda değil artık. Bir sürü AB kaynaklı katı atık yönetimi projesi uygulanmakta, bundan kurtulmanın da bir yolu vardır elbet. Belki de gerçekten doğru olanı yapmışsınız ama benim istediğim bu değildi...

Bir başka obsesyon belirtisi yazıyı sonlandırırken meselenin karşıdan bakıldığında "bir süt şişesiyle duygusal bağ kuran adam"dan öte bir şeyler olduğunu söyleme ihtiyacı hissediyorum. Demek istediğim şu: Tam şu anda oturduğum yerden kalkabilirim, kapıya yönelebilirim, yalnızca 19 basamaklı bir merdiveni (saydım, evet) indikten sonra, süpermarkete girebilirim, içeriye girdikten sonra önce sol, sonra sağa dönüp dümdüz karşıya yürüyebilirim ve oradan bu resimde görülen ürünü alıp çıkabilirim. Peki ama o ürüne bu şekilde sahip olduktan sonra üstteki satırlar boyunca anlattığım tadı yakalayabilecek miyim? İşte onun yanıtı çok net...

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Eşgüdümde Yeni Bir Soluk


ASKİ'nin günlerce çalıştıktan sonra üstünü kapattığı yolun, bugün Başkent Doğalgaz tarafından yeniden kazılarak açılmasına şahit oluyoruz. İşin en garip kısmı da sokakta karşılaştığım insanların genel olarak "şu yolların haline bak, tabi Çankaya Belediyesi çalışmıyor abi yeaaa" şeklinde sallıyor olmaları.

Tabii bir önemli detay vermeden de geçmeyelim. Sokağın başına yerleştirilmiş tabelalardaki ibare aynen şu şekilde (ve yine fotoğraf makinem yanımda olmadığından bu detayı resmedemediğim için üzgünüm):

ÇEVREYE VERDİĞİMİZ RAHATSIZLIKTAN DOLAYI ÖZÜR DİLERİZ
MUNICIPALITY OF GREATER ANKARA

Çift dil kullanımı konusunda ders niteliğinde bir yazı. Madem uyarıyı Türkçe yazıyorsun, neden altındaki Büyükşehir yazısı İngilizce? Tam tersi olsa belki bir nebze içimiz rahat edecek. Neticede biz alışkınız temmuz-ağustos ayları geldiğinde iş makinelerinin birbiri ardına sokağımıza dalmalarına da; yabancılardan özür dilemek daha öncelikli olarak düşünülebilir.

Bir diğer takıldığım nokta da "Greater Ankara" kısmı. Google'da arama yapıldığında sadece "Greater Amman" şeklinde bir kullanıma rastlıyoruz. Ben ise Greater'ın Municipality'nin önünde olması gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta büyük olan şehrin belediyesi, şehrin kendisi değil ki... Gerçi mevzu Ankara'nın büyüklüğünü tartışmaya gelmesin bu sefer de...

15 Temmuz 2011 Cuma

Seni Görmek İster Her Bahtı Kara (2)



Öncelikle yazının ilk kısmı burada dedikten sonra devam edelim.

Konu Ankara'daki ilginç cadde isimleri olunca kuşkusuz ilk akla gelen yukarıdaki tabelada adını gördüğünüz bulvar olmalı. Ne yalan söyleyim ben bile şimdi şuraya yazmaya üşenip Bangladeş'in kurucusu ve ilk lideri olan bu şahsın adının verilmiş olduğu bulvar için "yukarıdaki tabela" deyip geçtim. Açıkçası ikamet adresimin Çayyolu taraflarındaki bu bulvar üzerinde olmasını istemezdim. Zira en ufak bir mektup, kargo vb. bir gönderi için elle adresi yazma süresi, hemen hemen gönderinin karşı taraftaki alıcıya ulaşma süresine eşdeğer.

Yeri gelmişken Küçükesat'ta B ile başlayan sokakları da düşünmeden geçemedim. Şimdi bir bakalım:

Bağış, Bağlayan, Bahar, Ballıbaba, Balo, Bardacık, Başak, Başçavuş, Bekar, Belkıs, Belligün, Bestekar, Beyazgül, Beykoz, Bilezik, Bilir (-ki adının değiştiğini bir önceki postta söylemiştik), Billur, Binektaşı, Binnaz, Boğaz, Budak, Buğday, Büklüm, Bülbül, Bülten, Büyükelçi.

Aynı bölgede bulunan 26 sokağın ismi aynı harfle başlıyor. Zamanında bir yetkili almış eline İmla Kılavuzunu, B harfini açıp sıradan atamış zahir. Aslında ne kadar da güzel yapmış. Birbirleriyle hiçbir tutarlılığı olmayan ve deli divane gibi gidilecek yerin arandığı numaralı sokaklar için de yapsınlar bunu. 85. 104. veya 375. sokak diye görmektense Jargon, Jartiyer, Jelatin, Jeneratör, Jeoloji sokaklarını tercih ederim ya da..... bilmem eder miyim? Sonra adamın biri tutup bunu da yazar bloguna. Neyse ama daha makul bir şeyler bulunabilir. Bu arada Google Maps'e de desteği için teşekkür edelim.

23 Haziran 2011 Perşembe

Seni Görmek İster Her Bahtı Kara (1)



Ankara'da böyle kimsenin anlam veremediği cadde ve sokak isimleri vardır. Örneğin, Abay Kunanbay Caddesi. Eskiden Bilir Sokak'tı oranın adı. Hala da kime sorsanız o şekilde telaffuz eder. Şimdi geçtiğimiz günlerde bir taksiciyle muhabbeti geçtiğinde aslında öyle birisinin olmadığını duyduğunu söyledi. Ben de ısrar ettim Türki devletlerden birinde böyle bir şahsın varlığını bildiğime dair. Öncelikle böyle birisi varmış evet, Kazakistan'ın ünlü şairlerinden birisi imiş kendisi. Ancak esasında isminin doğru yazılışı Abay Kunanbayev şeklindeymiş. Aslına bakarsanız hem taksici hem de ben kısmen haklıymışız. Bu sokak-cadde karmaşasıyla ilgili bir söylenti daha var. Onu da babamın bir arkadaşı aktarmıştı. Dediğine göre bir yol sokak olarak belirlenir ise ilçe belediyesine, cadde şeklinde tanımlanır ise Büyükşehir Belediyesine bağlı oluyormuş. Bu konuda karar verici kimdir, böyle bir düzenlemenin kime ne faydası vardır bilmiyorum. Bu konuda kapsamlı bir araştırma yaptıysam da herhangi somut bir veriye rastlamadım. Ancak bilhassa Ankara'da Büyükşehir ile Çankaya Belediyesi arasındaki siyasi çekişme düşünüldüğünde arkasında bir şeyler aramadan da edemiyor insan...

Aylar sonra gelen ekleme: cadde-sokak ayrımı vergilerle alakalı bir durummuş. Cadde olunca dükkanlardan alınan vergiler daha yüksek oluyormuş ve bu da ilçe belediyesinin değil büyükşehir belediyesinin bütçesine gidiyormuş...

31 Mayıs 2011 Salı

EGO Otobüslerindeki Gizem

EGO Otobüslerinin ön cephesinde ve ön kapının hemen yanında yazan numaralara (seri, demirbaş, her neyse) hiç dikkatli baktınız mı? İlk iki hanesi yılı, devamında gelen üç hane de otobüsün kendine mahsus numarasını gösteriyor. Buraya kadar her şey tamam da, yılın birler basamağındaki rakamın eğreti durduğunu da pek çok kez gözlemledim. Demeye çalıştığım şu ki, daha önce 07 olarak yazılmış rakamın bir şekilde 08 veya 09 olarak değiştirilebilmiş olduğunu ciddi ciddi düşünüyorum. Keşke bir tanesinin fotoğrafını çekebilmiş olsaydım ama Photoshop yardımıyla göstermeye çalıştım nacizane:
Niye mi böyle bir şey yapsınlar? Cevabını metrolarda falan ücretsiz dağıtılan dergilerde EGO araç filosuna 865 otobüs daha kattı başlıklı haberlerde bulabiliriz belki...

Belki de ben giderek paranoyaklaşıyorum...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Gemici Takvimi


Gemici takvimi diye bir şey var evet. Aslında çoğumuzun kullandığı ama adının bu olduğunu bilmediği bir takvim türü. İşte hem bir önceki ayı, hem içinde bulunduğumuz ayı, hem de bir sonraki ayı gösteren takvimlere deniyor gemici diye.

Şimdi gelelim asıl soruya: Buna neden gemici deniyor? Herhalde gemiciler, gitmekte oldukları ve gidecekleri tarihleri rahatça görüp işaretlesinler diyedir. Ben biraz araştırdım ama bulamadım. Bilen varsa beri gelsin.

Şimdi de gelelim asıl soruna: Ben başlangıç gününün cumartesi veya pazara denk geldiği bir ayın son haftasına girdiğimizde "gemici takvimi gerilimi" yaşamak istemiyorum artık. Takvime baktığımda 23/30 veya 24/31 rakamlarını görüp bir an tereddüt geçirmek istemiyorum ayın kaçındayız ki diye. Malum insan aysonuna yaklaştıkça bir yandan da aybaşının gelmesini istiyor bir an önce. Hem sonra pazartesi sabahı olup da şu kırmızı şeriti hunharca sola doğru kaydırırken bir alt satıra inmek istiyor insan, haftanın başına tekrar dönmek değil. Devlet buna bişey yapması lazım, 6. satırların da olması gerek bu takvimlerde...

24 Mayıs 2011 Salı

Sözcüklerle Oynarken Yine


Kimi zaman düşünüyorum Türkçe kendi zenginliğinin yanı sıra Batısındaki ve Doğusundaki pek çok dilden de etkilenerek iyice zenginleşmiş bir dil olmalıyken, biz onu neden sürekli fakirleştiriyoruz? TDK'ya göre günümüz Türkçesinde 75 binden fazla sözcük bulunmaktaymış. Yaygın bir görüş ise günde ortalama 200-250 kelime civarında kullandığımız yönünde. Tabii toplam sözcük sayısıyla günlük kullanılan sözcük sayısını karşılaştığımızda aradaki korkunç uçurum göze çarpıyor. Şimdi mesela benim Öztürkçe kullanmak gibi bir takıntım yoktur, neticede ahlaktır veya ideolojidir artık o; aktöre veya düşüngü demenin bir manası olmadığını düşünürüm. Arapça-Farsça'dan gelen kelimeleri çok tuttuğumu söyleyemeyeceğim gibi kimi durumlarda tam bir karşılığını bulamadığım sözcükler için "Frenk" karşılıklarını kullandığımda da tepki aldığım olur. Neticede demeye çalıştığım multimedya kelimesini  çoklu ortama tercih ediyor olduğumdur.

Bu muhabbet nereden çıktı derseniz, an itibariyle Azerbaycan dilinde bir metni anlamaya çalışırken öğrenci yerine talebe ve şakirt sözcüklerini  görüyorum. Hadi talebeyi iyi, kötü biliyoruz ancak diğeri şakirt evet. Hani şu son zamanlarda da belli belirsiz herkesin diline pelesenk olan şakirt. İyiden iyiye softa, yobaz anlamına doğru bilinçsizce kaydırılmakta olan bu sözcüğün anlamı aslında öğrenci. Elbette birtakım kişilerin "hoca" olduğu ortamlarda onların "öğrencilerinin" bu şekilde adlandırılmış olduğu çok açık. Kelimenin oradan türediği de bilinen bir durum. Benim işaret etmeye çalıştığım anlamını bilmediğimiz bir kelimenin kulaktan dolma bir biçimde insanları yaftalamak adına nasıl kullanılıyor olduğudur. Tıpkı eyyamda olduğu gibi. Hatta tam olarak kullanmak gerekirse; eyyamcı hakem, hakemin eyyamın kralını yapması. Bakar mısınız? Eyyamın kralını yapmak. Bunu kim nereden çıkarmış yahu? TDK'ya göre günler anlamına gelen bir sözcüğün nasıl olup da futbol hakemlerinin bu şekilde başlarına sardırıldığı da hep merak konusu olmuştur.

Son söz; eğitim üzerine. Hayır bu mevzuyu "eğitim şart"a bağlamak gibi bir niyetim yok elbette. Tek başına eğitim kelimesi üzerine eğilmek istiyorum. Yine yukarıda bahsettiğim metni Türkçeye çevirirken de yaşadım bu sorunu ama İngilizce metinlerde de sıkça yaşıyorum. Bahsettiğim sözcükler training ve education veya Azerbaycan dilindeki metinde kullanıldığı şekliyle talim ve tahsil. Her iki sözcük de bizde kullanılmaktaymış bir zamanlar. Benzer şekilde bu gruba maarifi de ekleyebiliriz. Cumhuriyetin ilk yıllarında Bakanlık'ın adında geçtiği gibi bugünkü haliyle "Türk Eğitim Derneği" de esasında "Türk Maarif Cemiyeti" adıyla kurulmuş. Esasında eğitim ve öğretimin ikisini de içine alan bu sözcüğe de eğitim deyip geçmişiz. İşte bahsettiğim dili fakirleştiriyor olmamıza çok basit bir kanıt niteliğinde aslında bu...

2 Şubat 2011 Çarşamba

Tekit


Birisi size bir sunum esnasında üzerinde tartışıp bir sonuca varılamayan ve daha sonra tekrar düşünebilmek ve gözden kaçırmamak amacıyla ufak bir hatırlatma mahiyetinde oraya tekit yaz der ise şayet; tutup da "take it" yazmayın. Evet, ben yazdım oldu...

Tekit: Kuvvetleştirme, sağlamlaştırma, üsteleme gibi anlamları varmış Türk Dil Kurumu'na göre ve esasen hukukta kullanılan bir terimmiş.

23 Ocak 2011 Pazar

Cody


Final Fight denilince akla genelde Haggar ya da Guy gelir, halbuki esas oğlan yani kızın sevgilisi Cody'dir. Guy sevmezdi bunu hiç, onun gibi de tekme atamazdı belki ama yumrukları çok güçlüydü ve iyi de bıçak kullanırdı. Final Fight'ın çıkış yılı 1989'muş, biz ilk kez ne zaman oynadık hatırlamıyorum ama zaten ben her zaman için yine Capcom'un piyasaya sürdüğü Street Fighter'ın müptelasıydım ve halen de boş kaldıkça oynuyorum. Yıllar sonra 1998'te çıkan Street Fighter Alpha 3'te de Guy ve Cody yer alıyor. Guy'ın haritası yine New York City'yi andırıyor arkadaki karakterlerle falan da uyumlu bir biçimde ama Cody elleri kelepçeli bir şekilde hapishanenin avlusunda dövüşüyor. Acaba neden ki?

22 Ocak 2011 Cumartesi

Bulmaca Hastalığı


Vardır böyle bir tutku; bulmaca çözmek. Şahsen ben ilk sayfadaki büyük çengel bulmacayı çözer bırakırım genelde. Zamanım bol olur ve yapacak bir işim de olmazsa geçerdim genelde diğer kısımlara. Yine de halen çoğunluk için pazar sabahları bulmaca karalamak süregelen bir alışkanlıktır. Tabii bir vakit sonra bu bulmacalarda çıkan sorular ezberlenir, öyle ki soru görüldüğü anda cevap yapıştırılır ve sözcüğün anlamı dahi düşünülmez hiç. Bulmacayı hazırlayan kişi (-ki artık bilgisayarlar hazırlıyormuş bunları da, kalmadı öyle Ateşböceği Ercan'lar filan) sonlara doğru tıkanmamak için genellikle Türkçe'nin ünlü uyumlarına uyan ve içerisinde k, r, l gibi çok kullanılan harflerin olduğu sözcükleri kullanır (akala, araka, vb).

Şimdi burada bulmacalarda sıkça karşımıza çıkan ama gündelik hayatta çok da kullanmadığımız iki harfli sözcüklere değinelim:

As: Kakım
(Ne sorusundan ne de cevabından bir anlam çıkarılan sözcüklerden. Kimi zaman kürkü değerli bir av hayvanı olarak sorulur da o durumda bir anlam ifade eder)

Eb: Bebenin ortası
(İşte bu tip sorulara hiçbir zaman anlam veremedim, ama zor tabi oraya uygun bir sözcük bulmak. Gerçi eb için baba da denebilir pek tabii.)

Em: İlaç, çare
(Bu sözcüğü halen kullanan bir eczacı var mıdır, merak ederim hep. Eski dilde kullanılırmış.)

İo: Jüpiter'in uydusu
(Bu da çok çıkar ve iki sesli harf yan yana geldiği için kafa karıştırır genelde, okuyucu cevaplarına geri dönüp kontrol eder, dikeyinde veya yatayında bir hata mı yaptım diye.)

Mu: Kıl, tüy
(Bununla ilgili internette hiçbir bilgiye rastlamadım, kim nereden hareketle bu sözcüğü türetmiş ve kullanıyor onu da bilemiyorum.)

Or: Müstahkem mevki
(Bu da yine anlaşılmaz sorulardandır. Müstahkemin sözcük anlamı dayanıklı, sağlam demekmiş, mevkiyi biliyoruz. Biraz araştırdım bu söz dizisini, hukukta "belirtilmiş yer" anlamında kullanılıyormuş, peki bulmacalarda hangi anlamda ve neden kullanılıyor?)

Pa: Ayak
(Başına "eski dilde" diye ekleyerek sorarlar çoğu zaman. Pabuç sözcüğünün pa (ayak) ve buş (örten) kelimelerinin birleşiminden oluştuğunu biliyor muydunuz?)

Ti: Boru sesi
Geldik en klasiklerden birine. Merak ederdim hep borudan ti diye bir sesin çıktığını kim duymuş, ilk kim bu soruyu yazmış ve hayatımıza katmış? Üst kattaki komşuların gürültüsünden rahatsız olup borulara vurduğunda çıkan ses güm'dür. Yeni ısınmakta olan boruların çıkardığı ses tık'tır. Fazlasıyla merak ederdim bunu ta ki yine ekşi'den açıklamasını görene kadar:

"bu sesi çıkaran boru; su borusu, kanalizasyon borusu, dizayn gri paslanmaz eskimez atıksu borusu falan değildir efendim. borazan da denilen, trompete benzeyen fakat pistonsuz, içine üfleyince zaart diye ses çıkaran alettir. hani süvariler gelirken datdarat darat diye çalar, kumandan hüsamettin şaban'a "hücum borusunu çal" der ya, hah o borudur işte.

ti de saygı duruşu yapılırken bu boru ile çalınan melodiye verilen isimdir. nalburdan pimaş falan alıp tiii diye ses çıkartmaya çalışmayın."

(kibritsuyu, 31.08.2009 17:43)


Üsttekiler benim anlam veremediğim sorular. Bunun yanında aa, ab, ak, al, ma, me, po, ra, ta... diye gider böyle. Tabii iki harfli sözcükler dediğimizde bir harfin okunuşu, bilmem ne ülkesinin plakası, notalar veya kimyasal simgelerle karşılaşırız esas olarak. Burada Voltamper'e ayrı bir parantez açalım. Bunun simgesini ablamın ortaokul kimya kitabındaki periyodik cetvelde deli gibi arayıp bulamadığım günler uzakta kaldı belki ama bunun bir element değil de fizikteki bir ölçü birimi olduğunu öğrenmem yakın bir zamana rastlar...

21 Ocak 2011 Cuma

Plakalar


Küçükken yaptığım abukluklardan biri de plaka ezberlemekti. Sayardım gelen misafirlere 01 Adana, 02 Adıyaman, 03 Afyon diye... Hatta karışık sorarlardı cevaplardım falan, herhalde 4-5 yaşlarındaydım (çünkü 68 plakalı Aksaray 1989'da il olmuş, aşağıda değindim buna da...). 61 dediklerinde yapıştırırdım Trabzon'u, veyahut Kocaeli dediklerinde patlatırdım 41 diye. Bir nevi Mega Hafıza oyunu kendi çapımda. Tabii bu noktada kafamı karıştıran illerin alfabetik dizimi sırasında karşıma çıkan unvan mevzusuydu. Antep'in başındaki Gazi nedeniyle 27 numarayı alıp, Maraş ve Urfa'nın ise neden başlarındaki Kahraman ve Şanlı sıfatı olmadan sıralamada yer almasıydı takıldığım nokta. Meğer Maraş'a unvanı 1973'te; Urfa'ya ise 1984'te TBMM tarafından verilmiş, yani plaka sisteminin getirildiği 1962 yılından sonra. Antep ise Gazi unvanını ta 1921'de almış.

Tabii ne zaman ki Aksaray, Bayburt derken illerin sayısı arttı ve 68, 69 diye gitmeye başladı ben de çuvallamaya başladım. 75 diye sorulduğu zaman Ardahan çıkmıyordu hemen. İşin kolayına kaçıyordum 67'den sonrasını sorarsanız cevaplamam diye. İşin garibi 67 ili bir çırpıda ezberledikten sonra 68 ve sonrasını uzunca bir süre ezberleyemedim, halen de karıştırırım.

Ha, bir çocuk niye oturup plaka ezberler ki sorusuna hiç girmiyorum...

Dunkof


Dunkof sözcüğünü Türkçemize kazandırmıştı Bizimkiler dizisinde apartmanın 2. katında oturan "Almancı" aile. Halen de çoğunluk Almanca'da dumm (aptal) ve kopf (kafa) sözcüklerinin birleşimiyle oluşan "dummkopf" sözcüğünün ne anlamını bilir, ne de telaffuzunu. İşin ilginç yanı dizide Davut Ustayı, yani babayı canlandıran Serhat Uluergüven ile oğlu Halis karakterini canlandıran Ali Uyandıran arasında gerçekte yalnızca 5 yaş farkın bulunduğudur. Ali Uyandıran mizacı itibariyle yaşından bir hayli genç gösterirdi eskiden ancak geçenlerde yeni bir dizide denk geldim bembeyaz olmuştu saçları 1946 doğumlu oyuncunun.

20 Ocak 2011 Perşembe

Tütünecker


Tarih: 21 Ekim 1992. Galatasaray, ilk maçta Almanya'da 0-0 berabere kaldığı rakibi Eintracht Frankfurt karşısında Ali Sami Yen Stadı'nda oynanan maçta 1-0 galip geliyor ve tur atlıyordu. Tek golü ise 5. dakikada rakip savunmanın hatasını değerlendiren Uğur Tütüneker atıyordu. Gelelim buradaki ilginçliğe. Hiç unutmuyorum, yayın sırasında ekrana gelen skor tabelasında şöyle bir ifade vardı:

Galatasaray 1 - 0 E. Frankfurt
Tütünecker'5

Maç İstanbul'da oynanmış, dolayısıyla da yayının TRT tarafından sağlanmış olmasına rağmen Tütüneker'in neden Almanların okuduğu şekliyle yazılmış olmasına hiçbir zaman anlam verememiştim. (8 yaşındayken bunları düşünüyordum evet...) Üstelik anlam veremediğim bir başka nokta da aradaki 'c' harfi olmasa Almanların sanki yanlış mı telaffuz edeceği şeklindeydi.

18 Ocak 2011 Salı

Dikkat Acemi Sürücü

Geçenlerde bir sabah takside giderken karşılaştığım bir manzara bu da. Tam Köşk'ün karşısındaki acayip kavşak yine her zamanki gibi tıkalıydı ve milimetre hesabıyla ilerlemeye devam ediyorduk. Haliyle çok sayıda dur-kalk yapmak acemi şoförler için de arabayı her an istop ettirebilme ihtimalini güçlendiriyor. O yoğunluğun arasında önümüzdeki hanım sürücü tam olarak bunu yaşayınca trafik iyice bir keşmekeş halini aldı. Arkadaki sürücüler de kornaya asılınca, içerideki kadın daha da panik oldu ve uzun bir süre arabayı kaldıramadı. Ancak eşi her ihtimali düşünmüş olacak ki kadıncağızın başı trafikte belaya girmesin diye önlemini almıştı. Arabanın arka camının hemen önünde muntazam bir biçimde ve "görülsün" diye konmuş önemli bir aksesuar bulunmaktaydı zira...

Muzaffer Tema

Madem Türk sinemasından gidiyoruz bu geceki son girdimiz de yine eski bir filmden olsun. Kırdan büyük kente geldikten sonra şehirli "küçük burjuvalar" tarafından hakaretlere maruz kalması sonrası Paris'e giderek "terbiye" alan Kezban'ın (Hülya Koçyiğit) babası hayata gözlerini yumuyor. Esasında öldükten sonra gözlerini kırpıyor demek daha doğru olacak. Ama Muzaffer Tema ne yapsın? Yakın plan çekim o kadar uzun sürdü ki kim olsa gözünü kırpardı orada.



Görüntüyü Youtube'dan aldım. Orada da bir kullanıcı bu detayı yakalamış ve yorum olarak belirtmiş ama olsun. Ben bu vesileyle şu an 91 yaşında olan usta oyuncuyu da anmış olayım.

Karanlıkta Uyananlar


Türk filmlerindeki detayları bulmayla yola devam edelim. Dönem sonu projesi malum bu aralar çok fazla haşır neşir oldum filmlerle, çok da iyi oldu o ayrı. Hayatımda belki de ilk kez ve en fazla zevk alarak yaptığım çalışmaydı.

Projede emekçi filmler üzerine çalıştım ve bu kapsamda ilk akla gelen film şüphesiz Ertem Göreç'in Karanlıkta Uyananlar'ı. Film bir boya fabrikasında çalışan işçilerin örgütlenme öyküsünü anlatıyor. Hatta salt bu bakış açısıyla çekilmiş olan ilk film diyebiliriz. Bunun yanı sıra yabancı sermayenin ülkeye girişi sırasında dönen tezgahlar da filmde gösteriliyor. Film ismiyle müsemma bir biçimde karanlık kafaların uyanmasını etkili bir biçimde anlatıyor. Halen izlememiş olan varsa da tavsiyem, atlamadan geçmesin.

Gelelim filmde yakalanan detaya. Ben bu filmi internetten indirip izledim. Evet yaptığım hoş bir davranış değil ancak 1964 yılında çekilmiş bir filmin orijinal kopyasına da ulaşmam mümkün değil maalesef. Filmin benim indirdiğim versiyonu TRT'deki gösterimi sırasında yapılan bir kayda aitti. Biliyorsunuz artık televizyon kanalları ekranın sağ alt köşesine gösterilmekte olan programın adını yazıyorlar. Bakınız bir uyanışın hikayesinin anlatıldığı filmin adı nasıl yazılmış...

17 Ocak 2011 Pazartesi

34 NP 500


İlk girdimin Yeşilçam klasikleri üzerine olması beni ayrıca mutlu etti şimdi.

Yukarıdaki sahne Salak Milyoner'den (Ertem Eğilmez). Saffet'in (Kemal Sunal) şapşallığı nedeniyle define haritasının bir parçası elinden uçmuş ve bir arabanın tekerine yapışmıştı, hatırlayacaksınız. Filmin gösterim tarihi Nisan 1974.

Resimdeki 34 NP 500 plakalı Murat 124 Salak Milyoner'den altı ay sonra Ekim 1974'te gösterime girmiş Nejat Saydam'ın Şenlik Var'ında da karşımıza çıkıyor. Ekrem (Salih Kırmızı), Zeliş'i (Türkan Şoray) hastaneye aynı araçla getiriyor.


Filmlerin birinin yapımcısı Arzu Film diğeri ise Acar Film. İki filmde de emeği geçmiş ortak bir kişi yok. Peki bu araba nasıl olmuş da iki filmde de yer almış? Merak edilmeyecek gibi değil doğrusu...